RENKLİ ŞEKERLEMELER VE KIRMIZI PABUÇLAR
Çaresizlik!
Canını yakan en kahredici duygunun adıydı bu. Yüzünü döktüğü hâliyle duvara sırtını yaslamış ve derin düşünceleri çağırmıştı yine. Nerede bir boşluğunu bulsalar hemen akın ediyorlardı zaten. Son zamanlarda iyice artmıştı uykusuzluğu. Neredeyse hiç uyumuyordu. Gece rahat bırakmadıkları gibi gündüz de tüm gün kendiyle kalacağı on dakikayı bekliyorlardı pusuda.
Zırrrr zırrrr!
Paydos zili kulaklarını tırmalıyordu. Normal biri için bu ses rahatlığı çağrıştırırdı. Kendisi içinse bir günün daha bitmekte olduğunun habercisi. İçinin daracık iki duvar arasında sıkıştığı duygusuna kapıldı. Derinlerinde saklananları hiç kimseye anlatamıyor, hepsiyle tek başına savaşıyordu. Başına dayanılmaz bir sızının hücum ettiğini hissetti. Aynı anda dünyadaki tüm seslerin beynindeki fısıltısını duyuyordu. Gözlerini sımsıkı kapattı. İki ellerini başının çevresine kilitleyerek beklemeye başladı. Yine aynısı oluyordu.
“İşte başlıyor!” diye mırıldandı. “Hadi gelin bakalım, daha ne kadar geleceksiniz?”
Puslu bir çemberin içinden ötesini görmek için var gücüyle çabalıyordu. Karşı koymak hiç kolay değildi. Kendi dehlizinde karanlığa doğru sürükleniyordu sanki. Mavi tulumu ruhunun en acımasız parmaklıklarıydı. “Geldiler!” dedi. Sesi titremeye başladı. Işığa kapadığı etten pencereleri karanlığına açılmıştı. “Geldiler! Düşünceler!”
Ardı ardına geçtiği kapıları geride bırakan ayakları hızlanmaya başlamıştı. Kendi köşesine girdiği an küçük bir esinti yüzünü yalayıp geçti. Dizlerinin üzerine yavaşça çöktü. Başına yalnızca birkaç dakikadır basınç uygulayan parmaklarını yavaşça gevşetti. Temkinli duran gözlerini aralamaya başladı. Ellerini görebileceği hizaya getirdiğinde dehşetle titrediklerini gördü. Parmakları başını öyle sıkı kavramıştı ki nefessiz kaldığını haykırırcasına kırmızıya boyanmıştı şimdi. Bu rengi artık hiç sevmiyordu. Acının nefessiz bırakan yanını öğrendiği o günden beri hem de. Hıçkırıkları daha fazla kalamadı boğazında, iri beyaz dişlerini yararcasına savruldu dudaklarının iniltisinde. Gözyaşları, yanaklarından aşağı doğru alın teri emeğinin karasında incecik bir yol çiziyordu. Ellerine bakmaya devam etti. Derinlerinde duyduğu bir ses vardı şimdi. Sadece kahrın sardığı pişmanlıkla örülü.
“Üzülme benim canım babacığım. Bir dahaki bayram alırsın.”
O bayram hiç yaşanmadı.
“Anneciğim, babam sürpriz yapmış mı bana?”
Ocaktaki çorbayı karıştıran Feride eteklerini çekiştiren kızına doğru baktı gülerek. Günlerdir aynı hayalle yatıp kalkan yavrusunu böylesine heyecanlı görmekten çok mutluydu. Henüz 5 yaşında olan minik İnci, deniz mavisi gözlerini kocaman açmış annesinden bir cevap bekliyordu. Erken uyanmanın mahmurluğu üzerinde kalmış olacak ki, bir eliyle gözünü ovuşturmaya başladı. Başını öylesine büyük kaldırmıştı ki sarı saçları kararlılığına boyun eğmişçesine yerlere dek uzanıyordu.
“Anne! Anneciğim babam almış mı? Söyle bana anne. Lütfen!”
Feride gözlerindeki nemi dağıtmak için ellerini hızlıca sağa sola savurdu. Ocağın harını düşürürken kendini toparlamıştı. İnci’nin gözlerine kadar eğilip ona sımsıkı sarıldı. Yutkundu önce. Sonra her zamanki pembe hikâyesini anlattı.
“Almış tabii yavrum. Ama bayrama daha çok var. O zamana kadar sürpriz tamam mı?”
Başını sallayarak sevinç çığlığı atan İnci, annesinin yanaklarına öpücük kondurdu. Tombul parmakları yüzünde sevgiyle gezinirken sordu, “Anneciğim çok acıktım, bize bugün ne yemek pişiriyorsun?”
Feride her gün duyduğu soruya karşılık ne cevap vereceğini düşündü bir an.
Titrek dudaklarına kocaman bir gülümseme sığdırdı.
“Tarhana pişiriyorum kızım. Kokusunu çek bak içine. Mmm.. Oh, mis gibi..”
“Yine mi aynısı anneciğim. Bu kez neyli peki?”
Feride gözlerini kaçırmadan cevap verdi, “Bugün de içinde sevgi var.”
İnci koca koca açtığı gözlerinin parıltısıyla, “Haa? Sevgi miii? Yani senin beni sevdiğin gibi miii?” dedi.
“Evet miniğim. Benim seni sevdiğim gibi. Hatta babanın da seni sevdiği gibi.”
İnci bir gözünü kapatıp hayalindeki canlandırmayı tavana yansıtıyordu şimdi.
“Önce güneşli tarhana yedim. İncili, yıldızlı yedim, kalpli olanı da güzeldi. Şimdi içinde sevgi olanı merak ediyorum. Çok güzeldir değil mi anneciğim?”
Feride günlerdir aynı çorbayı yapıyordu. Evlerinde başka hiçbir şey yoktu. Kızının üzülmemesi için ona pembe bir hikâye düzmüş, çaresizce sürdürüyordu. Kahrolan yüreğini maskeleyecek en büyük desteği yine biricik yavrusundan alıyordu. Öylesine anlayışlı ve sevgi dolu bir çocuktu ki, sanki içinde 30 yaşında koca bir insan taşıyor gibiydi. Bu bayram da değişen bir şey olmamıştı. Ellerinde ne var ne yoksa ilaçlara yatırıyorlardı. Gündelikçi olan eşi Halil Bey, ne iş olsa çalışıyordu. Bugün de bir taşıma işi gelmiş, hiç düşünmeden hazırlanıp çıkmıştı evden. Feride’nin gönlü eşinin ağır işlerde çalışmasına razı olmuyordu. Sabah gitmemesi için yalvarmıştı.
“Halil Bey, bu işe gitmesen... Başka bir iş çıkar nasılsa ha? Sırtında demir taşımak ne demek? Bak kendine eziyet ediyorsun. Sana bir şey olursa biz ne yaparız? Ben de evlere temizlik işlerine gitsem iyi olmaz mı? Azıcık yükünü alsam. He desen ne olur?”
“Olmaz Feride’m. Sen zaten bütün gün yoruluyorsun. Bir yük de ben mi koyayım omuzlarına? Hem senin en büyük yardımın çocuğumuzla ilgilenmen. Sen merak etme. Ben hâlimden memnunum. Hayırlısıyla bir atlatsaydık şu hastalığı. Başka ne isterim ki hanım?”
Zilin sesini duyan İnci, minik ayaklarıyla kapıya doğru koştu. Saçının dalgası adımlarının temposunda dans ediyordu âdeta. Minik elleriyle kapı kolunu kavrayıp olanca gücüyle yüklendi.
“Babacığım. Baba, sürprizim ne zaman gelecek? Kaç gün kaldı babacığım?”
Kızının arkasında duran karısı ile göz göze gelen Halil Bey, ne diyeceğini bilemez hâlde olduğu yerde kalakaldı. İkisinin de aklından geçenler aynıydı. Kızına sımsıkı sarıldı. Minik omuzlardan yukarı baktı. Feride o anda kocasının gözlerinin kan çanağına döndüğünü fark etti. Nedenini çok geçmeden anladı. Günlerdir hatta aylardır bu hâldeydi. Dudaklarını birbirine bastırıp sustu.
Halil sesine sevincini giydirip kızının gözlerine baktı.
“Babam, daha bayrama çok var. Sürprizin senin için çok mutluymuş, diyormuş ki ‘Ben İnci’ye en güzel hâlimle gitmeliyim.’ Seninle buluşacağı için çok heyecanlıymış. Bunun için çok iyi hazırlanmak istiyormuş. E bu da biraz sabretmemiz gerektiğini gösteriyor değil mi?”
“Gerçekten miii? Ama çok geçti baba. Hemen gelsin artık.”
“Gelecek güzel kızım benim. Sen merak etme.”
“Bayram şekerlemesi de gelecek mi babacığım? Çok heyecanlıyım, çok. Tadı nasıldır acaba Nefis midir?”
Halil Bey, içinde gizlemeye çalıştığı hüzne direniyordu. Minicik kızından duyduğu sözler kalbine kapanmaz yeni yaralar ekliyordu. Kendini bırakmamaya çalışarak kederini ruhuna gizledi.
“Ohoo.. Hem de en lezzetlisi gelecek.”
“Yaşasın! Canım babam. Seni çok seviyorum. Annemi de çok seviyorum. Bayram çabuk gelsin babacığım.”
İnci boynuna sımsıkı sarıldığı babasının, büyük cümlelerinin altında ezildiğinden habersizce sevinçle kıkırdıyordu.
Halil tam da o ân kendinden nefret etti. Kızına istediğini alamadığı için kendine içinden lanetler okuyordu.
Bir Yıl Sonra
Parmakları arasında sımsıkı tuttuğu pembe kutuyu doğruca koridorun sonundaki odaya götürdü. Çatlamış, titrek elleriyle kapıyı açtı. Çocukluğun her tonu hakimdi odaya. Doğruca pembe çarşafların serili olduğu yatağa yaklaştı. Yastığın üzerine kutunun içinden çıkardığı hediyeyi özenle yerleştirdi. Poşetin hışırtısı yeni bir hediyenin daha habercisiydi. Güçlükle tutunan parmakları şeffaf poşetten sıyrıldı. Yastığın üzerine yerleştirdiklerini elleriyle defalarca düzeltti. İşte şimdi tamamlanmıştı. Usulca doğrulup odanın dışına doğru adımladı. Kapıdan son bir kez bakış attığında dudaklarından dökülen cümlede kaybolmuştu çoktan.
“Sürprizin geldi babam. Bayram geldi. Bak hepsi istediğin gibi.”
Gözlerinden boşanan yaşların tek şahidi sarsılan omuzlarıydı.
Bir yıl olmuştu. Tamı tamına koca bir yıl... Nefes alamadığı, yaşamayı istemediği bir yıl!
İki yıl boyunca illet hastalıkla savaşmış bir babaydı Halil. Savaşmıştı savaşmasına, mücadelesi zamanın kıymetini de en acı hâliyle öğretmişti. Hiçbir zaman kızının istediği bayram sürprizini alamamış, hiçbir bayramı kutlayamamışlardı. Yetebilmek, kızını yaşatabilmek tek gayesi olmuştu ve bu uğurda kendinden bile vazgeçmişti. Her ne yaptıysa bir yere varamamış, yetişememişti hayata. Ne karınlarını doyurabilmiş ne sıcak bir odada uyku uyuyabilmişlerdi. Hepsi tek bir şey içindi. Ellerinde avuçlarında ne varsa hepsi biricik yavrularınaydı. Aza koydu dolmadı. Dolusu zaten hiç almadı. Bir yılın sonunda bugün, nihayet kızına pembe yalanlar söylemesine gerek kalmamıştı. Bir nebze huzur dolmuştu içine. Bugün güzel bir uyku çekmeliydi. Unutmamak için her gün direnen benliği, özleminde boğulduğu cennet kokuyu duyabilmek istiyordu.
Kapıdan son bir bakış attığında dudaklarına sözünü geç de olsa tutmuş olmanın buruk mutluluğu sinmişti. Yatağın üzerine bakıp gülümsedi.
Bir çift kırmızı pabuç ve renkli şekerlemeler tam karşısında duruyordu.
Sevinçle aynı soruyu bıkmadan soran yavrusunun sesi çalınıyordu kulaklarına şimdi:
“Bayram geldi mi babacığım? Kırmızı topuklu pabuçları ne zaman alacaksın? Şekerleme de olacak mı baba? Hani rengârenk olanları var ya televizyonda. İşte onlardan.”
O bayram hiç gelmedi...
Kızından kalan tek hatıra, kulaklarından hiç düşmeyen sesiydi. Bir de kırmızı rengi ille de istediği pabuçların. Kızının defalarca istemenin sevincinden usanmadığı kendininse hiçbir zaman alamadığı pabuçlar... Şimdiye dek.
Bayramın ne demek olduğunu işte o gün anladı.
Bayram, bir babanın kızına alabildiği kırmızı pabuçlar ve renkli şekerlemelerdi.